Atatürk’ün milletime söz verdim, alacağım dediği Hatay meselesinin gündemi yoğun olarak meşgul ettiği zamanlar. O günlerde Gazi İstanbul’da Florya Köşkü’ndedir, ancak sıkılmış ve bunalmıştır. Birden aklına bir geziye çıkmak eser. Yanında olan çocukluk arkadaşı Nuri Conker’e kendisini kimseye fark ettirmeden arabayla dışarı çıkartmasını ister. Fakat Conker temkinli kalır. Çünkü reis-i cumhuru herhangi bir hazırlık yapmadan gizlice bir yerlere götürmek olağan bir şey değildir. Ayrıca başvekil İnönü’den azar işitmeye de sebep olabilir. Lakin, rica eden de Atatürk’tür.
Önce nasıl yapacağını bilemez, ama Gazi planını çoktan tasarlamıştır, ne yapacağını iyice belletir. Anlatırken de tatlı bir heyecanı olsa gerek, keyfi yerindedir. Plan uygulamaya konur ve başarıyla nöbetçilerden habersiz firar ederler. Çok geçmeden Conker’e dönüp “Şimdi bizim dönüşümüzde bunların telaşını bir düşün” der, belki de gariban askerlerin atamıza sahip çıkamadık heyecanını zihninde canlandırıp.
Şoför aldığı emir gereği arabayı Çamlıca istikametine doğru sürmektedir. Keyifli bir yolculuk, gidiyordur. Gazinin gözleri birden yol kenarının az ötesinde, tarlada bir gayret çift süren yaşlıca bir adamı seçer. İhtiyar sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları devirmeye çalışmaktadır ama bir terslik vardır. Çiftin bir yanında öküz, diğer yanında ise bir merkep yani tıfıl bir eşek görür. İki yandan eşit güçle sürülmediği için sapan yalpa yapmaktadır.
Atatürk arabayı durdurur, kapıyı açar. İhtiyarı kısa bir süre seyreder, cebinden bir sigara çıkarıp biraz yüksekçe seslenir:
“Kolay gelsin ağa!”
Yaşlı adam yabancının selamını alır ancak meşguldür, başını çevirmeden çalışmaya devam eder. Ardından yeniden işitir:
“Ateşin var mı, ateşin?”
İhtiyar yabancı adamın elinde tuttuğu yanmamış sigarasını görünce işini bırakır, yola doğru yürür. Yanına varınca:
“Tiryakisin bey galiba. Tiryaki, tiryakinin halinden anlamalı”
“Eh.. kibriti unutmuşuz da”
Şık giyinimli bu yabancı adam ona da bir sigara uzatmıştır.
“İşler nasıl ağa? Bu yıl mahsulden köylünün yüzü güldü mü?” der yabancı. Yaşlı adam keyifsizce:
“Yaradanın gücüne gitmesin ama Bey, bu yıl yufkaydı ürün. Biz de geç davrandık ama yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte..”
“Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep bağlı. Öküzün yok mu senin?”
“Var olmasına vardı ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar.”
“Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin!”
Gazinin canı çok sıkılır. O şüphesiz memlekette sözü en çok geçen adamdır ancak kim olduğunu ihtiyara belli etmez ve sıradan biriymiş gibi bir süre daha ayaküstü konuşmaya devam ederler. Bu sırada, yaşlı adamın adının Halil ağa olduğunu öğrenir…
Köşke doğru geri yola çıkarlar ancak içindeki sıkıntı daha da artmıştır. Konuşmuyordur. Ulusal ekonominin temeli tarımdır demiş; köylü milletin efendisidir diyerek ilave etmişti ama bu hikâyede bir şeyler yanlıştı. O halde, bu yanlış yasa mıydı yoksa onun yorumlanışı mıydı? Yahut olanlar doğru fakat köylü çaresizdi ve sesini mi duyuramıyordu?
Bunun üzerine gitmeye karar verir. Florya’ya geri döndüklerinde yaverine şöyle söyler:
“İstanbul’da ne kadar milletvekili varsa bu akşam hepsini yemeğe bekliyorum. Ayrıca başvekili ve valiyi de bulun, haber verin” der. Yaveri işe koyulduktan sonra Nuri Conker’e döner:
“Bak beri Nuri!. Şimdi sen de çıkıp tekrar Halil Ağa’yı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar yahut zengin bir adam dersin. Seni sevdi, sana bir öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Sakın kuşkulandırmadan al gel buraya. Haydi, göreyim seni!”
Conker tekrar gidip Halil Ağa’yı bulur, onu bin bir güçlükle gelmeye razı eder. Çok soru sormuştur. Köylü Halil Ağa’nın köşkte verilen bir yemekte ne işi vardır?
Diğer yandan, Atatürk konuklarıyla sofradadır. “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek. Kendisine nasıl davrandığınızı görmek isterim” der, onları meraklandırır.
Nihayet Halil Ağa Florya’ya getirilir ama onun yüreği çarpıyordur. Etrafında gördükleri ile birlikte git gide artan heyecanı ve şüpheleri, Conker ve yaverlerin ona gösterdikleri yakın ilgiyle birleşince birden korkuya dönüşür. Evet, sonunda anlamıştı! Paşaydı bu, hem de Gazi Paşa! Sonra söylediği sözler aklına gelmiş olsa gerek.. O yabancı beyin canını sıkmış olmalıydı ki akşam vakti apar topar buraya getirilmişti. Veryansın eder: “Nettim ben beylerim, komutanlarım, ah ben nettim!…
Yanındakiler ona destek olmaya çalışır ama Halil Ağa’yı yatıştırmak ne mümkün? Mecburen iki koluna girip, Halil Ağa’ya eşlik ederler, sofranın kurulduğu odaya girmesi için.
Kapıdan görününce Atatürk ayağa kalkar “Hoş geldin Halil Ağa” der. “İşte beklediğimiz efendimiz..”. Tüm diğer konuklar da ayağa kalkmış, ona bakıyordur.
Dizlerinin bağı çözülen Halil Ağa için Gazinin yanındaki sandalye ayrılmıştır. Atatürk söze girer ve bugün başından geçenlerin bir bölümünü anlatmaya başlar. Sabah köşkten çıkışından tanıştıkları âna kadar. Sonra Atatürk Halil Ağa’ya döner. “Bak beri Halil Ağa. Sen bu akşam benim konuğumsun!.. Senin açık sözlülüğünü de çok beğendim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı sana baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: “ Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep bağlı. Öküzün yok mu senin?”
Önce cevap gelmez. Gazi’nin ayaklarına kapanacak gibi olur ama Atatürk engel olur. “Bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver.”
“Var olmasına vardı ya, hıdırellezde vergi memurları sattılar.” Gazi onu onaylar, hatta omzuna dokunur; ona cesaret verir. Peki, şimdi ben gene soruyorum: “Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin!”
“Muhtar da başındaydı memurun” der Halil Ağa. Atatürk memnundur, konuklar dikkatle dinlemektedir.
“Sen de kaymakama gitseydin!”
“Kaymakam beyin haberi olmadan bizim buralarda kuş bilem uçamaz.”
“Peki İstanbul şuracıkta, gideydin Vali’ye anlatsaydın derdini, onun işi bu değil mi?”
Vali nefesini duyacak kadar yakınında oturuyordu. Sözlerini yumuşatarak nakletmeye kalkışır ama Gazi izin vermez: ”Hele hele, aynen bana söylediğin gibi isterim”.
Halil Ağa: “Bırak şu sağırı dediydik”.
Gazi: “Hadi buna da oldu diyelim, geçelim gerisine. Peki, bir Başbakan İsmet Paşa var, bilir misin?”
“Şanlı Paşamız bilinmez olur mu hiç!.. Bugüne bugün…”
Atatürk yine sözünü keser: “Bırak şimdi övgüleri… Devam ediyorum.. “Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor. Florya Köşkü’ne iniyor. Köşk şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Herhalde çaresini bulurdu.”
“Tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya.. Tutalım ki kodular, koskoca İsmet Paşa’yı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler, ona halimi nasıl yanacağım?” der Halil Ağa. Ancak Atatürk, Halil Ağa’dan daha fazlasını beklemektedir: “Uğraştırma beni Halil Ağa. Erkek adam sözünü yutmaz. [İsmet Paşa için] Ne dediysen tekrarla!
“Sağırın sağırı dediydik paşam”
“Güzel. Son soruyu soruyorum şimdi, bunun da karşılığını ver. Koca yaz boyu şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini! O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
“Hiç bırakır mı, hiç bırakır mı aslan Paşa’m benim! Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler.”
“Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla”. Fakat Halil Ağa ciddileşir: “Ağzıma ateş doldur.. İşte bunu demem!”
Atatürk gülme başlar: “Zorlayacak bizi bu Halil Ağa, söz anlamıyor. Nuri, senin aklındadır” der ve ona söylettirir.
Conker hatırında kaldığınca: “Sen ne diyon bey? Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek… Hem tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirdecek?”
Halil Ağa kimsenin gözlerine bakmıyor olsa gerek; Atatürk o an konuklarının bakışları arasında samimi bir üslupla söze girdi:
“Atatürk işi içkiye vurmuş sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyim. Şimdi bak beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün nedeni, şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bey, hükümet. Yani biri Başbakan, ötekileri de bakan. Yurda göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir yasa gerekti mi, bu baylar hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir yasa buluştururlar, Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne… Büyük Millet Meclisi dediğim de, şu alt baştan senin yanına kadar olan baylar. Yasa gelir bunlara, bunlar da, “Hükümet elbette incelemiş, gereğini düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok” diye, kaldırır parmaklarını, olur sana bir yasa!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağa’nın öküzünü çeker satar vergi borcundan. Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umrumda?! Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım.. Söyle bakalım şimdi Halil Ağa, sen benim yerimde olsan, efkar dağıtmak için, bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin? Ama sonra Halil Ağa tutar sana sarhoş der!”
Halil Ağa: “Diyen yok haşa! Buldu mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer.”
“Sen de içer misin?”
“Hiç bulunur da içilmez olur mu Paşam! İçeriz ki şerbet gibi!”
Kadehler Halil Ağa’nın sağlığına kaldırılır.
“Allah benim ömrümden de sana pay düşürsün Paşam. Sağlık düşürsün!..”der Halil Ağa ve kadehini hızla bitirip:
“Yonanı denize döktün Paşam, bayrağımızı başucumuza diktin!” “Bayrağımız gibi eksik olma inşallah!”
Yerinden kalkar ve müsaade ister. Birlikte yemek yemesini isterler ama evdekilerin onu beklediğini söyler ve ekler: “ Düşmanın ayağının altında olsun Paşam!”
Gününün böyle sona ereceğini tahmin edemezdi Halil Ağa…
Atatürk konuklarına döner: ”Efendimizin halini gördünüz mü baylar? Devlet, size böyle davransa ne yaparsınız? Mübarek ulus bu, adam ulus!.. Şimdi onun karşısında adam olmak bize düşüyor…”
Atatürk kısa bir duraklamadan sonra devam eder: “Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksayan yasayı da biz yaptık ya da bizim yaptığımız yasa yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir. Böyle bir yasa yaptıksa yurt çıkarlarına aykırıdır, nasıl yaparız? Eğer yaptığımız yasa böyle yorumlanıyorsa, hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, Bitlis’i var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!”
Kısa bir sessizlik olur, bu sessizliği kıran İnönü’dür: “Haklısın Paşam! Bunun yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum. Önemle araştıracağım! Hükümet olarak elimizde insan kaynağı yeterli değil, bunu biliyoruz. Ama görevimiz, buyurduğunuz gibi, çarkı iyi döndürmektir, döndüreceğiz!”
Gazi, adeta kabine toplantısı haline gelen masada Başvekil’in cevabını yeterli bulmasa gerek: “Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?”
“Hayır Paşam, etseydi elbette ilgilenirdim.”
“Ben de parmağımı buraya basıyorum. Biz Cumhuriyet’i süs olsun diye yapmadık. Toplumdan yana bir yönetim kurmak için yaptık. Hükümetin müfettişleri var, valileri var kaymakamları var, Bunlar Halil Ağa’nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli… Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, toplumla, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli… Biz Cumhuriyet’i anlatamamışız baylar!”
Cumhuriyet’in ne olduğunu anlatmak zorundayız. Hükümetin ve partinin görevi budur. İnsan kapasitesi özrünü de kesinlikle kabul etmiyoruz. Cumhuriyet’ten bu yana on üç yıl geçti. O gün okula başlayanlar, bugün üniversitelerde öğrenim yapıyor. Ortaokullarda olanlar, bugün ya devlet kadrosundalar ya da parti kuruluşunun bünyesi içinde. Bunlar, Cumhuriyet’in her tehlikeye karşı savunucusu değiller mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyet’i anlatamadık ya da daha kötüsü, bunlar da eyyamcı oldular!
Yaşadığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağaların başına gelenler, hükümete ve Büyük Millet Meclisi’ne ulaşmıyorsa, tehlike var demektir.
Referanslar
Mütercimler, E., 2018. Fikrimizin Rehberi. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım, pp.1180-1182.
Radikal. 2020. Mustafa Kemal’den Çiftçi Halil Ağa’ya: Ben Efkârdan Içmeyip De Ne Yapayım. [online]