Tarihte insanlar daha büyük topluluklar halinde birlikte yaşamaya başladıkça ve medeniyetler sosyal yönden geliştikçe sürekli daha iyi bir düzen arayışı ortaya çıkmış ve bu noktada bireylerin haklarının korunma altına alındığı toplum sözleşmeleri ön plana çıkmıştır.
J.J. Rousseau, toplum sözleşmesini kararsız ve iğreti bir durum yerine daha iyi ve daha güvenli bir durum; doğal bağımsızlık yerine başkasının alanına girmeyen özgürlük; ve başkasından zarar görme tehlikesi yerine toplumsal birliğin yenilmezleştirdiği düzen olarak tanımlar. Yani bu sözleşmelerin alanına giren her türlü yasa, kural ve toplumlarca şekillenen ahlak, erdem ve etik gibi kavramlar makul ölçülerde olmak kaydıyla herkesçe kabul edilmelidir.
Ahlak denildiğinde kimilerince akıllara ilk din veya din adamları gelir. Kimi ise ahlakı kişinin karakterine indirger. Peki, ahlak ve erdem nereden gelir? Daha çarpıcı şekillerde soracak olursak, ahlaklı olmak için bir dine mi mensup olmalı, ya da daha erdemli bireyler olabilmek için toplumca en ahlaklı kabul edilen kişi (öyle biri seçilebilirse) mi örnek alınmalı?
Teokratik yönden ele alacak olursak eğer ahlak dinden gelseydi, en basit düşünceyle dinler ortaya çıkmadan önce genel çerçevede ahlaki davranışlardan söz edilemezdi. Dinlerin kişinin içinden gelen ahlaki ve erdemli duyguları şekillendirip belirli kural ve kalıplara koyduğunu varsaysak bile yine kesin olarak tanımlanabilen bir ahlaktan ve erdemden bahsedemezdik. Çünkü, bugün dünyada onlarca din ve mezhep var ve bu dinler arasında ahlaki norm ve öğütler açısından birbirinden eksikler ve fazlalıklar olduğunu tahmin etmek zor olmaz. Ayrıca, daha da önemlisi, herhangi bir dine mensup olmayan kişilerin ahlaki açıdan zayıf olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Özellikle de görünürde dininin gerekliliklerini yerine getirip ona ne kadar bağlı gibi görünseler de özünde ne kadar ahlak yoksunu kişiler mevcut olduğunu gördüğümüzde..

Peki ahlak kişinin özünden, karakterinden mi gelir? Filozof Immanuel Kant, ahlakın kaynağının insan ve akıl olduğunu, ahlaki eylemde bulunmanın ön koşulunun bu eylemlerden kendine herhangi bir fayda veya haz beklememek olduğunu söyler. Ahlaki eylemlerimizden kişisel bir çıkar beklememek en başta akla yatkın gibi görünse de, toplum için gösterdiğimiz ahlaklı ve erdemli davranışların mümkün mertebe aynısını toplumdan da beklemenin en başta kabul ettiğimiz toplum sözleşmesinin bir gerekliliği olduğunu düşündüğümüzde; günün sonunda ahlaklı davranıştan fayda beklememek mümkün olamaz. Bununla birlikte, ahlak ilkelerinin kaynağı sadece bireyse, ahlak yukarıda din açısından ele aldığımızdan çok daha subjektif bir hal alır ve toplumsal bir ahlaktan bahsetmek zorlaşır. Oysa ki, ahlak toplum tarafından benimsenir ve toplumun istediği hayat biçimini genel olarak ifade eder.
Bir başka paylaşmak istediğim görüş ise İskoç filozof David Hume’ye ait. Ona göre ahlak kaynağını özünde insanın duygu yetisinden almaktadır. Kant’ın aksine aklın ahlak alanında bir ölçüt olamayacağını, ahlaki açıdan iyi ve kötü ayrımı yapamayacağını savunmuştur.
Tüm bu görüş ve karşılaştırmalar ışığında ben ahlakın özünde Tanrı’dan geldiğini düşünüyorum. Vicdan sahibi bireyler olarak iyi bir eylemde bulununca kendimizi doğal olarak iyi hissediyorsak, bunun Tanrı’dan bize bahşedilen bir nimet olduğuna inanıyorum. Ahlaki davranışlar da birlikte yaşamamıza yardımcı olmaya hizmet eden iyi olan eylemler arasındadır. Filozof David Hume der ki bir davranış bizde olumlu duygular oluşturuyorsa o davranış ahlakidir. Gerçekten de, kötü bir davranışta bulununca pişman hissediyorsak, Tanrı’dan bize doğuştan verilen iyi duygulara karşı bir harekette bulunduğumuzdandır ki bu eylem ahlaki olamaz.
Özünde Tanrı’dan gelen ahlaki anlayışı, doğrudan din ile karıştırmamak gerekir. Tanrı’yı anlamak için düşünürüz ve hissederiz. Ruhun ayrılmaz bir parçası olan vicdan, erdemli bireyler olmamız için bize kendimizce doğru yolu gösterir. Dinler de Tanrı’yı anlamamız için yol göstericidir. Ancak, duygu ve düşüncelerimizin, hatta hayal gücümüzün sınırlarıyla değerlendirdiğimizde din tek başına ahlakın ölçütü olmak yerine onun pekiştiricisi olabilir. Sokrates’in savunmasında, ahlakın dinden gelmediği ancak din ile iç içe olduğu savunulmuştur.
Ancak bu kadarla sınırlı değil. Ahlak aynı zamanda eğitimle ilgilidir. Örneğin Sokrates, insanların ruhlarında saklı halde bulunan ahlaksal yargıların varlığına inanmıştır. Bunu ortaya çıkarmak için eğitimi önermiştir. Bilgi edinen kişinin erdeme sahip olacağını, erdemli kişinin de mutlu olacağını savunmuştur. Doğru eğitilen bir birey, örneğin, yaşlı ve savunmasız olanın haklarına özen gösterir. Çevre kirliliğine karşı daha duyarlı olur, trafik kurallarına uyar. Tabi ki eğitim tek başına bunları garanti edemez, dolayısıyla yeterli olamaz.
Bundan başka, yetiştiğimiz çevre de ahlaka şekil verir. Örneğin, bir 3.dünya ülkesinde iki kişi arasındaki bir sohbete anında rahatlıkla katılabilirken, İngiltere’de özür dileyerek lafa girmeniz gerekir. Yine bir başka ülkede sokağın ortasında kornalar çalarak kutlama yapabilirken, komşu bir diğer ülkede bunu yaparken ahlak değerleri arasında olan saygının sınırlarını aştığınızdan para cezası yiyebilirsiniz. Dolayısıyla akıl ve içinde bulunduğumuz çevre ahlaklı davranışa yol gösterir.
Medeniyetler var oldukça ahlak gereklidir. Ahlakın kaynağı hem içsel; hem de nesneldir. Dünden ve bugünden etkilendiği gibi yarından da etkilenecektir. Ahlak üzerine düşünmek ve düşündürmek bizi kendimize ve topluma karşı daha sorumlu bireyler haline getirir.
Ahlaklı ve erdemli olanlarla karşılaşmamız umuduyla Sokrates’ten bir alıntı yaparak yazımı bitiriyorum.
“Bir toplum ahlak ve hukuk içinde olmadığı zaman, vatandaşlar kendilerini bir çıkmaz içinde bulurlar. İnsanlar ya ahlaki değer yargılarını ya da hukuka olan saygılarını yitirirler.”