Beklerken saatler geçmişti. Kendisi gibi üniversite eğitimi alması için gönderdiği oğlunu yıllar sonra ilk kez görecekti. Uzaklara daldı. Eski günleri aklına geldi, hüzünlendi. Ölen eşi bugünleri görememişti. Düşüncelerini yönetemiyordu, takılıp kalmıştı; ta ki oğlunu taşıyan arabanın tekerlerini uzaktan duyana dek.
Yukarıdaki satırlar Babalar ve Oğullar’ın betimlenen ilk sahnesinin bir özeti. Her ne kadar henüz karakterleri tanımasam da sanki buraya kadar bütün hikâyeyi biliyormuş hissine kapılmıştım. Aileyi, evlerini, geçimini, çevresini ve yaşam tarzını. Ve sanki bundan sonra okuyacağım her durum ve her olay, onlar için salt birer değişim anlamına gelecekti. Bu yüzden kitabın daha ilk sayfaları bende bir merak uyandırdı. Turgenyev’in dünyasından hem babalar ve oğulları tanımak hem de neler yaşayacaklar görmek istiyordum.
Roman üniversiteden arkadaş olan Arkadiy ve Yevgeniy isimli iki gencin merkezinde gelişiyor. Büyük umutlarla şehirde okumaya gönderilen bu iki gencin dönüşü çocuklarını merak etmekte olan aileleri için büyük bir mutluluk kaynağı olur.
Her iki evde de küçük muhitlerinden çıkıp büyük bir şehirde üniversite eğitimi alan oğullarına farklı bir gözle bakmaya başlarlar. Onlar artık yeni bir neslin, yeni bir anlayışın temsilcileridir. Çocuklarının fikirleri özellikle babaları için onlardan çekinircesine önemlidir. Örneğin Arkadiy’in babası Nikolay, bir çocuk sahibi olduğu ve birlikte nikahsız olarak yaşadığı Feneçka’yı, onunla her ne kadar mutlu olsa da, oğluyla tanıştırmaya çekinir. Durumun farkına varan oğlu ise babasının hayatını yargılayamaya hakkı olmadığını söyleyip; yaşıtı sayılabilecek üvey annesi ile hemen buzları eritir.
“Peki bunun tersi olsa, oğul umursamaz, bencil ya da isyankar olsaydı ne olurdu?” diye düşündüm. İlerleyen sayfalarda Turgenyev’in resmettiği ‘babanın’, oğul onu sürekli bırakıp gitse de; kendi uzmanlık alanında dahi onunla dalga geçse de, oğlunu kendinden bile daha çok seven adam olduğunu gördüm. Zaman kavramı ise oğluyla birlikte olduğu anlarda su gibi akıp giden zamandı. Ve baba, beraber oldukları sürece bir daha yalnız hissetmeyecek adam figürü idi.
Turgenyev’in romanı, başta beklediğim gibi olaylar üzerinden şekillenmek yerine durum ağırlıklı ilerliyor ve felsefe, sanat ve Rus toplumu ile alakalı diyaloglar üzerinden gençler arasında yayılmaya başlayan kural ve otorite tanımazcılık, normları alaya alma ve sert eleştirel bakış açılarını resmediyor. Finalde ise karşılıksız aile sevgisini kusursuzca betimleyerek nihilist düşünceyi boşa çıkarıyor.
Mesajlarla dolu bu diyaloglar eserde bolca yer bulduğundan romanda herkesin farklı bir favori bölümü olabileceğini düşünüyorum. Benimkini şöyle özetleyerek yazımı tamamlayım;
Nihilist bir genç olan Yevgeniy, arkadaşı Arkadiy ile birlikte evinde misafir olduğu Anna isimli bir aristokrat ile birkaç gün vakit geçirir. Onu yakından tanımaya başlar, hatta hoşlanır. Karşılıklı olarak buzların kırıldığı bugünlerde daha meraklı olarak görünen taraf Anna’dır, o da hiçbir şeye inanmadığını söyleyen bir adamı daha yakından tanımak ister. Bu tanışma günleri çok hızlı geçer ve birbirilerinden etkilenmeye başlarlar. Diğer yandan, Arkadiy ise Anna’nın kardeşi olan Katerina ile vakit geçirmekte ve onunla yakınlaşmaktadır.
Günler geçmeye devam eder ve Yevgeniy Anna’ya artık gitmek zorunda olduğunu söyler. Duyduğu bu sözden hiç memnun olmayan Anna harekete geçer ve Yevgeniy’in kendi hakkındaki düşüncelerini öğrenmeye, onun içini açmaya zorlar. Öyle ki, ona birçoğunun imrendiği kendi yaşamının perde arkasını anlatır. Bir yaşama amacı olmadığını, tozpembe görünen yaşamının ardında mutsuz olduğunu ve âşık olmak istediğini söyler.
Ancak amacında başarılı olamaz, ondan istediği hiçbir şeyi duyamaz. Ertesi gün, Yevgeniy artık gitmek üzeredir. Anna son bir bahane ile onu odasına çağırır ve gelecek hakkında konuşmak istediğini söyler. Yevgeniy oralı olmaz. Karşısında beklediği dürüstlüğü bulamayan Anna, ondan en azından bu ayrılık arifesinde neler hissettiğini anlatmasını ister.
Esasen tüm bu insani duyguları saçma olarak gören Yevgeniv her ne kadar dirense de, istemeden beslediği aşkı onun nihilizmini darmadağın etmiş ve bu birliktelik için çokça prensibini feda edebilir duruma gelmiştir. Kendine engel olamaz ve birden Anna’ya olan aşkını itiraf eder.
Tıpkı Yevgeniy gibi Anna da kendinden beklenmeyeni yapar, Yevgeniy’i orada reddeder. Sonradan bu yaptığına pişman olsa da mukadderatın böyle olduğuna karar verir.
Yevgeniy bunun üzerine arkadaşı Arkadiy ile evden ayrılır. Bir köy işçisi at arabasını kullanarak onları Yevgeniy’in evine götürürken aralarında şu diyalog geçer;
Yevgeniy: “Bir erkeğin böyle entipüften işlerle (ilişki kurmak) zamanı yoktur. Bir İspanyol atasözü ‘erkek acımasız olmalıdır’ der. Hele bir bak arabacı.. Sen akıllı dostum, karın var mı?”
Köylü: “Karım mı? Var.
Yevgeniy: “Onu döver misin?”
Köylü: “Karımı mı? Olmaz diye bir şey yoktur. Sebepsiz dövmem.”
Yevgeniy: “Harika. Peki, ya o seni döver mi?”
Köylü çok gücenir, dizginlere asılır. “Neler diyorsun bey? Sen de hep şaka yaparsın”.
Yevgeniy: “Duyuyor musun sevgili Arkadiy? O evde ikimizi dövdüler. Demek ki biz eğitimli erkeklerin varacağı nokta buymuş”.